Selam dostlar. Paylaştığım ilk öyküyü umarım beğenmişsinizdir. Şimdi, yeni bir öyküyle karşınızdayım. Bu öyküde de anlatıcının kim olduğunu öykünün sonlarına doğru anlayacaksınız. Bu tarz anlatım beni cezbetti, sanırım biraz psikopatça oluşu hoşuma gitti. Öykü biraz uzun; hoşunuza gidecek bir Türk sanat müziği eşliğinde okumanızı tavsiye ederim. Ben de sizinle bir müzik paylaşabilirdim fakat hikayeye uyacak müziği bulmayı hayal gücünüze bırakıyorum.
Sevgiler.
Güneş arkasını dönmüş, gün yükünü alıp gitmişti. Bizim günümüzse yeni başlıyordu. Yine meyhanenin en gösterişli masasına kurulmuştum. Aheste aheste, ağır abiler göbeklerini sallaya sallaya, dünyada gelinebilecek en iyi yere gelmişler gibi masalara dağılıyorlardı. Etrafı süzüyor, bu gecenin kazasız belasız geçmesini diliyordum. Bizimkilerde o pek olmazdı.
Çaprazımdaki masaya Rize’li Deli Hasan ve tayfası oturmuştu. Deli Hasan, ömrünün ortalarında, düzeltilmiş uzun bıyıklı, pörtlek gözlü, pancar suratlı bir adamdı. Hani şu üstüne yürüse, kelimeyi şahadet getirip ölüme hazırlandığın cinsten. Deli lakabını nasıl aldığını bizzat kendi ağzından dinledim. Yeminle söylüyorum; deli demek az kalır. Öldürdüğü adamların derilerinden cüzdan, kemiklerinden tespih yaparmış. Ben bizim masanın müdavimi Tarık Çavuş’un yalancısıyım. Gerçi Hasan’ın deli olduğuna inanmak için başka hikâyelerim de var ama kimseye anlatmadım. Anlatsam da dinlerler miydi, onu da bilmiyorum.
Tarık Çavuş geldi işte. Sert adımlarla, yüzü taş gibi. Sinirli olduğu her halinden belliydi. Masaya oturur oturmaz Osman Abi’yi çağırdı. Osman Abi, meyhanenin sahibi ama kıdemli dostlarına kendi elleriyle servis yapardı. Bu gece masamıza bir büyük, biraz kavun ve tarator misafir oldu.
Tarık Çavuş ilk dubleyi tek dikişte bitirdi. Gözleri Hasan’ın üzerindeydi. Deli’nin bundan haberi yoktu, rahat rahat yancılarıyla hem içiyor hem de tıka basa yiyordu. Oysa bir zamanlar Tarık Çavuş’la Deli Hasan çok yakın arkadaştılar. Sonra bir şey oldu. Kimse ne olduğunu bilmiyor. O günden beri her akşam aynı meyhanede, ama artık ayrı masalarda oturuyorlar. Korkudan kimse bir şey soramadı. O güne dek de ortalık hiç karışmamıştı.
Saat ikiye doğru meyhanede boş masa kalmamıştı. Herkes kendi halinde demleniyordu. “Herhalde bu gece de sorunsuz geçecek,” diye düşündüm. Ama Tarık Çavuş’un elleri titriyordu. Bazen masaya düşecek gibi oluyor, sonra toparlanıp bir yudum alıyor, beni tekrar yerine bırakıyordu. Rakı dibine gelmişti. Belki bir duble daha çıkar. Tarık Çavuş, hiç dokunmadığı taratordan bir çatal aldı, bıyığını peçeteyle sildi, beni eline aldı. Ama boş olduğumu fark edip masaya geri bıraktı. Sonra, sanki hiç içmemiş gibi, dimdik ayağa kalktı.
Kalkışı ne aceleciydi ne de ağır. Sakin bir adamın, ne yaptığını bilen birinin kalkışıydı. Elini beline attı. Açıdan ötürü sadece ben gördüm. Önünü masa kapatıyordu. Tarık Çavuş’un belinden silah çektiğine ilk defa şahit oluyordum. Kimse bir şeyin farkında değildi. Sonra birden, neredeyse refleksle, Deli Hasan’ı tam kalbinden vurdu. Herkes donup kalmıştı. Bir saniye durdu, sonra bir kurşun daha sıktı. Aynı yere. Artık herkes silahı görmüştü.
Bütün bunlar olurken Tarık Çavuş, sanki gündelik bir iş yapıyormuş gibi sakindi. Masaya geri döndü. Şişedeki son rakıyla doldum. Beni eline aldı ve yavaşça kapıya yürüdü. Artık eli titremiyordu.
Meyhanedekiler bilmiyordu. Kimse bilmiyordu. Ama o gece, bir hesabın faturası kesilmişti.